2 Eylül 2010 Perşembe

Bu bir anı değildir...

Uzandığı yerde sigarasından bir nefes çekti. Boğazı yandı ama hoşuna gitti. Duman daha ciğerlerindeyken iyice derin bir nefes daha aldı, tuttu tuttu... Sonra güçlüce üfledi. Duman silik bir şekilde hızla çıktı ve anında yokoldu. Üstünde yattığı taştan tatlı bir sıcaklık geliyordu ama yastık olarak kullandığı hücum yeleği kafasını acıtıyordu. Az ilerideki nöbet kulübesindeki telsizden cızırtılar geldi. Yerinde hafif doğrularak bir aşağıdaki merdiven boşluğunda aynı şekilde yatan öbür nöbetçiye baktı. Öbür nöetçi derin bir uykuya dalmıştı.

Sigarasının bittiğini farketti. Kalktı, merdiven boşluğundan dışarı çıktı. Eski bir binanın düz çatısı nöbet yerine çevrilmişti. Çatının kenarına bel hizasına kadar yarım duvar örülmüş, binanın tüm iç cephesi gibi kireçle boyanmıştı. İzmaritin korunu parmağıyla vurarak düşürdü. İzmariti hücum yeleğinin sağ üst cebine koydu. Yerde hala dumanı tüten tütün topağını ayağıyla dağıttı. İleride yüz metre ötedeki Rum nöbet yerine baktı. Bir Rum askeri tüfeğini çapraz asmış nöbet tutuyordu. Uzun zamandır Rum cephesindeki nöbet yerlerinde asker görmüyordu.

Nikon marka makaslı dürbünün başına geçti. Karşıdaki şişman, gözlüklü, kara tenli, sevimli ve tüm Rum askerleri gibi Türk tipli bir çocuktu. Onu daha önce hiç gömemişti. Sürekli güneşte çaprazda durmasından ve Türk askerinin kendisini dürbünle izlemesinden tedirgin olup ne yapacağını şaşırmasından yeni asker olduğunu anladı.

Son birkaç gündür Rum nöbet yerlerinden Rumca küfürler, bağırışlar, el kol hareketleri geliyordu. Bir önceki gün nöbet badisine:

"Yeni gelen askerlere artistik yapacaklar diye ne yapacaklarını şaşırdılar" demişti.

Ondan daha uzun zamandır askerde olan ve üniversite okumadığı için o gittikten sonra uzun bir süre daha askerde kalacak olan nöbet badisi:
"Eskiden aramız iyiydi ibnelerle. El falan sallıyoduk birbirimize şimdi sapıttılar" dedi.

Bir sessizlikten sonra devam etti:

"Geçen yine el kol hareketi yapıyorlardı. En sonunda baktım olmayacak duvara yaslandım iyice açtım yarrağımı çıkardım salladım..."

Bunu hatırlayınca hafif tebessüm etti. Mahçup mahçup sırıtan, biraz da tam sınırda düşman askeriyle burun buruna nöbet tuttuğunu asker dönüşü arkadaşlarına nasıl havas atarak anlatacağını düşündüğü belli olan Rum askerine bakmayı bıraktı. Güneş kolunu yakıyordu ve Nikon'un üzerindeki gölgelik kafasını direkt güneş ışığından korusa da ensesi açıktaydı. Biraz başının ağrıdığını, hafif sersemlediğini hissetti. "Tekrar merdiven boşluğuna döneyim. Gölgede biraz kitap okurum" diye düşündü. Gölgeliğin altından çıkarken tümen komutanı geliyor diye asılan "Dikkat! Kafanızı çarpmayın" yazılı tabelaya kafasını çarptı. Tabela normal boyda bir insanın kafasından yüksek olan gölgeliğin kenarına aşağı sarkar bir şekilde asılmıştı.

Tam o sırada Rum tarafıyla Türk tarafını ayıran, Birleşmiş Milletlere ait, ortalama yüz metre genişliğindeki "Ara Bölge"den bir Barış Gücü aracı geçti. Yavaş yavaş nöbet kulübesine yürüdü. Güneşin altında iyice ısınmış nöbet kulübesinin içinde güneşten kamaşan gözlerini korumak için kepinin siperliğini iyice öne indirip 'Gözetleme Kayıt Defteri'ni açtı.

"Haber numarası (...)
1 B.G aracı.
Tarih (...) Saat (...)
Batı-doğu istikametinde, ara bölgede.
Devriye atarken görüldü.
Haberin verildiği saat (...)
Haberi veren: P.çvş (...)
Gözetlemeye devam ediyorum."

Tekrar merdiven boşluğuna döndü. İki buçuk litrelik pet şişedeki artık ısınmış sudan içti. Saate baktı. Nöbet değişimine daha bir buçuk saat vardı. "Neyse en azından nöbeti yarıladık" diye düşündü. Çişinin geldiğini farketti. Yavaş yavaş merdivenlerden indi. Uyuyan arkadaşını uyandırmadan yavaşça üstünden atladı. Nöbet yerinin yanındaki savaştan beri otuz yıldır kullanılmayan, üzerinde hala kurşun delikleri duran boş binalardan birine girdi. Eskiden evin bahçesi olan kuru otların bürüdüğü yere işedi. Uzaktan kocaman bir kertenkele geçti. Tekrar nöbet yerine dönmek için evin içinden geçerken daha önceki askerlerin duvarlara yazdığı yazılar arasından biri gözüne takıldı.
"torun ötmez
borun öterse
borun var sende bi sorun...."

normalde

"Torun ötmez borun,
Öterse Borun,
Var sende bir sorun."

diye yazılması gereken bu tekerlemeyi ilk gördüğünde çözmesi epey zaman almıştı. Her seferinde olduğu gibi tekrar gülümsedi. Bu gülümsemesinde hafif acımayla karışık bir tiksinme de vardı. Cebinden kalemini çıkardı. Çok beceriksizce çizilmiş kadın resimlerinin yanına "Ş: 42" yazdı. Sonra düşündü "Kırk iki gün geçer mi?"

Tekrar nöbet yerine çıkarken yukarıdan müzik sesi geldiğini duydu. "Bizimki uyanmış" diye düşündü. "Bu müzikte kitap da okunmaz amına koyiim".

Yukarı çıktığında nöbet badisini Nikon'un başında buldu. Gömleğini dışarı çıkarmış, önünü açmış, kepini bir tarafa fırlatmış,cebindeki cep telefonundan bangır bangır müzik çalıyordu. Dürbünü güneşe çevirmiş odakladığı güneş ışığıyla sigarasını yakmaya çalışıyordu. Sırıtarak:
"Pii Hoca nerelerdeydin? 201'de bi Rum askeri çırılçıplak çıktı. Bağırdı, el kol hareketi yaptı, içeri girdi sonra." dedi.

"E bizim Ercan çükünü gösterirse bunlar da böyle yapar" diye düşündü. Sonra:

"Sigaran varsa bi tane de bana versene lan!" dedi.

Öbürü:

"Ayıbettin Hoca, tek sigaram olsa onu sana veririm!" dedi ve ağzının kenarında yeni yaktığı sigara, bir gözü kısık, sola yamulmuş bir şekilde sağ eliyle hücum yeleğinin sağ üst cebinden bir sigara çıkardı. Bunu yaparken sağ eli kötürümmüş gibi göründü.

"Yalnız Hoca bak sen sigara içmiyorsun, böyle böyle alışma sonra bırakamazsın" dedi.

"Bişey olmaz."

Sigarasını başka bir sigarayla yakmaya alışık olmadığı için acemice yaktı.Öbür nöbetçi muhabbet etmek isteyip de konuşacak bir konu bulamayınca her uzun dönem askerin yaptığı gibi:

"Bu gün kaç hoca?" diye sordu.

"Kırk iki."

"Ohoo bitirmişsin hoca!"

"Bitmiş bitmiş diyosunuz da ben her sabah yine burda uyanıyorum."

"Sen gittiğinde ben yüz yirmi beş sayıcam."

"Yüz yirmi beş! Vay, iyimiş"

Sigarasından bir nefes çekti, dumanı bırakmadan bir nefes daha aldı. Boğazı yandı. Hoşuna gitti. Dumanı ve nefesi içinde tuttu. Hafif başı döndü. İçinden düşündü:
"Kırk iki biter mi lan?"

4 Ocak 2010 Pazartesi

Lodos aslında kötü bir şey değil.

Elektrikler kesilince önce bir mum yaktı. Biraz dolandı, sonra mumu söndürüp camın kenarındaki yatağa uzandı. Lodosun sesini dinledi. Gecenin karanlığına gözü alışınca aslında muma hiç gerek olmadığını farketti.

Bulutlar bütün gökyüzünü kaplamış, fırtınanın etkisiyle ürkütücü şekillere girmişti. Bu kocaman kütlelerin rüzgarın etkisiyle bu kadar hızlı hareket etmelerine şaşırdı.Arada bir uzaklara bir yerlere, muhtemelen denizin ortasına yıldırım düşüyordu. Işığı çok zayıf olmakla beraber sesi hiç gelmiyordu. Belki de çok az duyulacak sesi lodosun gürültüsüne karışıyordu.Bütün bu fırtınaya rağmen uçmaya çalışan bir martıyı farketti. Sonra ikincisini gördü. "Niye bu fırtınada uçmaya çalışıyorlar? Dertleri ne?" Derken martıların iki tane değil bir sürü olduğunu farketti. Onları görebilmek için karanlığıa uzun süre odaklanmak gerekiyordu. Bir süre sonra bunlar hakikaten martı mı yoksa uçan küçük ışık topları mı emin olamamaya başladı. Gerek bu noktaların hareketleri, gerekse takip ederken birden bire kaybolmaları aklına küçüklüğündeki ufo merakını getirdi. Artık ufolara hiç inanmasa da her zaman bir ufo karşılaşması yaşamayı ümit etmişti. "O yıllardan kalan bir gençlik hayali" diye düşündü. Cam kenarındaki dürbünü aldı, ışık toplarına baktı ve hayal meyal hareketlerinden martı olduklarına emin oldu. Gerek karanlık, gerek dürbünün o mesafedeki o kadar küçük nesneleri tam odaklayamaması, gerek de gözlerinin uzağı iyi görmemesi martıları yarı şeffaf ve her an buhara dönüşüp dağılacakmış gibi şekil değiştiren soyut varlıklar olarak görmesine neden oldu. Yine de arada bir kanatları ya da en azından kanat hareketleri seçilebiliyordu.

Yatağa uzandı, biraz gökyüzünü seyretti. Bulutların heybetine ve rüzgarın gücüne bir kez daha hayran oldu. Yavaşça gözleri kapandı. Çok yakından uçan bir uçak sesiyle gözlerini açtı. Anında pencereden oluşan kadraja gerçekten çok alçaktan uçan bir uçak girdi. Gece ışıkları yanarak uçan bir uçağı ilk kez o kadar yakından görüyordu. Bir an uçağın içindekileri hayal etti. Onlara baktığını ve etkilendiğini hiç bir zaman bilemeyeceklerdi.

Tekrar yatağa uzandı, gözlerini kapadı, tatlı bir uyku hissiyle düşüncelere daldı. Kendiyle sohbet ediyordu. Sonra aklına eski sevgilisi geldi. Üzüldü, özledi, biraz sinirlendi. Dibine kadar bunu düşünmeye karar verdi. Gerçekte bu üçünden hangisini hissettiğini bulmaya ve onu dibine kadar yaşamaya karar verdi. Bir süre sonra tekrar başka düşüncelere geçmiş olduğunu farketti. Günlük olaylardan planlarına, felsefi tartışmalardan kalp sağlığıyla ilgili şüphelerine, her şey gelip geçiyordu. Birden gözlerini açtı. Boş bir tavan, korniş, pencere ve sonra tarif edilmez soluk koyu mavi-gri renklerde gece fırtınalı gökyüzü.

Aslında ne kadar yalnız olduğunu anladı. Bir saattir tek başına olduğunu, bütün yaşadıklarının, bütün düşündüklerinin, aklına gelen insanların ve o sohbetlerin sadece kendi kafasında olduğunu farketti.

Döndü, yüzükoyun yattı. Gözlerini sıkıca kapattı ve uykuya dalıp aydınlıkta uyanmaktan başka hiçbir şey istemedi.