1 Temmuz 2008 Salı

Kantinde Çay Beş Yüz Bin Olmuş!

Müziğin sesi o kadar kısık ki, yan odadan gelen horlama sesini bile bastıramıyor. Bilgisayarın klavyesini bile aydınlatmayan ışığın altından kaplumbağaların sesi geliyor. Tıkır tıkır kabuklar akvaryumun camına vuruyor, müzik onu bile bastıramayacak kadar kısık.

Şimdi uyusam beş saat sonra kalkmam lazım. Ama uyumak hiç kolay değil, öncesinde yapılacak çok iş var. Pis işler, ama birinin yapması lazım. Lavaboya kan tükürürken düşündüm; diş fırçalamak dünyanın en ağır işi. Sendikasını falan kurmak lazım, haftada en az bir gün tatil olmalı.

Yepyeni telefonun saati çalmadı ama onun çalmayacağını bildiğim için kurduğum, denize düşmek, barda unutulmak, bir yere yetişmek için hızlı hızlı yürürken cebimden düşüp, yere düşmeden adımıma çarpıp takla ata ata yuvarlanıp beton bahçe duvarına çarpmak dahil çeşitli badireler atlatmış on yıllık ilk cep telefonumun saati çaldı. “Ne varsa eskilerde var!” “Led-Zeppelin’den sonra iyi grup çıkmadı!” ve “Kahrolsun kapitalizm!” nidalarıyla yataktan çıktım.

Saat 9.30. Okulun resmi başlama saati. Şu an yola çıksam bir saat gecikeceğim. Ama önce lavaboya kan tükürmek falan gibi işlerim var. Şimdi yatsam öğleden sonra mı gitsem? Nasıl olsa ders sekiz saat. Ama kesin hoca erken kaçacak, öğleden sonra gelen öğrenci tüm gün yok sayılacak. Hiç mi gitmesem? İnsan vücudunu uyumak zorunda bırakan zihniyeti kınıyorum.

Uyku çekimi o kadar güçlüydü ki hemen bir şey yapmam gerekiyordu. Güne bir gazla başlamak için Gündoğdu marşını söylemeye karar verdim ama evdeki herkes uyuduğu için dışarı çıkıp aşağı indim. Soğuğu yiyince marşa gerek kalmadı. Hemen tekrar yukarı çıkıp cüzdanımı aldım, balkondan dışarı “seni yeneceğim İstanbul” deyip evden çıktım.

Ben bu okula girdiğimde kapıda kimlik sorulmazdı. İçerde okulun öğrencisi olmayan bir yığın insan olurdu. Kadıköy’ün barlarında çalan müzisyenler, öğrencilerin arkadaşları, sergileri merak eden başka gençler hep beraber kantinde oturur, sohbet eder, çay içer, bira içer, sergideki ödevlere bok atar, kısaca ideal üniversitenin sahip olması gereken özgür ve karşılıklı geliştirici ortama benzer birşey yaparlardı. Neyse ki artık “özel güvenlik” okulumuzu dış mihraklardan koruyor.

Ders öğlen bitti, Hoca “Haftaya görüşürüz” deyip çıktı. Kantine indim, akşam evde hazırladığım dilli sandviçin yanına bir de çay aldım. Kasadaki çocuğa elli kuruş verdim.
“Burdan bir çay.”
“Tamam abi.” dedi.
Çay beş yüz bin olmuş. O an aklıma Bruce Lee’nin şu lafı geldi:
“How can I express my-self as a human being?”
Grafik tasarımla olmayacağı kesindi.

Seyhan Argun 26.02.2008

2 yorum:

Unknown dedi ki...

[“How can I express my-self as a human being?”
Grafik tasarımla olmayacağı kesindi.]

bitirme projesi sunumundan sonra bu son satırlar gerçek oldu galiba :))

Seyhan Argun dedi ki...

hehehe :) aynen