2 Eylül 2010 Perşembe

Bu bir anı değildir...

Uzandığı yerde sigarasından bir nefes çekti. Boğazı yandı ama hoşuna gitti. Duman daha ciğerlerindeyken iyice derin bir nefes daha aldı, tuttu tuttu... Sonra güçlüce üfledi. Duman silik bir şekilde hızla çıktı ve anında yokoldu. Üstünde yattığı taştan tatlı bir sıcaklık geliyordu ama yastık olarak kullandığı hücum yeleği kafasını acıtıyordu. Az ilerideki nöbet kulübesindeki telsizden cızırtılar geldi. Yerinde hafif doğrularak bir aşağıdaki merdiven boşluğunda aynı şekilde yatan öbür nöbetçiye baktı. Öbür nöetçi derin bir uykuya dalmıştı.

Sigarasının bittiğini farketti. Kalktı, merdiven boşluğundan dışarı çıktı. Eski bir binanın düz çatısı nöbet yerine çevrilmişti. Çatının kenarına bel hizasına kadar yarım duvar örülmüş, binanın tüm iç cephesi gibi kireçle boyanmıştı. İzmaritin korunu parmağıyla vurarak düşürdü. İzmariti hücum yeleğinin sağ üst cebine koydu. Yerde hala dumanı tüten tütün topağını ayağıyla dağıttı. İleride yüz metre ötedeki Rum nöbet yerine baktı. Bir Rum askeri tüfeğini çapraz asmış nöbet tutuyordu. Uzun zamandır Rum cephesindeki nöbet yerlerinde asker görmüyordu.

Nikon marka makaslı dürbünün başına geçti. Karşıdaki şişman, gözlüklü, kara tenli, sevimli ve tüm Rum askerleri gibi Türk tipli bir çocuktu. Onu daha önce hiç gömemişti. Sürekli güneşte çaprazda durmasından ve Türk askerinin kendisini dürbünle izlemesinden tedirgin olup ne yapacağını şaşırmasından yeni asker olduğunu anladı.

Son birkaç gündür Rum nöbet yerlerinden Rumca küfürler, bağırışlar, el kol hareketleri geliyordu. Bir önceki gün nöbet badisine:

"Yeni gelen askerlere artistik yapacaklar diye ne yapacaklarını şaşırdılar" demişti.

Ondan daha uzun zamandır askerde olan ve üniversite okumadığı için o gittikten sonra uzun bir süre daha askerde kalacak olan nöbet badisi:
"Eskiden aramız iyiydi ibnelerle. El falan sallıyoduk birbirimize şimdi sapıttılar" dedi.

Bir sessizlikten sonra devam etti:

"Geçen yine el kol hareketi yapıyorlardı. En sonunda baktım olmayacak duvara yaslandım iyice açtım yarrağımı çıkardım salladım..."

Bunu hatırlayınca hafif tebessüm etti. Mahçup mahçup sırıtan, biraz da tam sınırda düşman askeriyle burun buruna nöbet tuttuğunu asker dönüşü arkadaşlarına nasıl havas atarak anlatacağını düşündüğü belli olan Rum askerine bakmayı bıraktı. Güneş kolunu yakıyordu ve Nikon'un üzerindeki gölgelik kafasını direkt güneş ışığından korusa da ensesi açıktaydı. Biraz başının ağrıdığını, hafif sersemlediğini hissetti. "Tekrar merdiven boşluğuna döneyim. Gölgede biraz kitap okurum" diye düşündü. Gölgeliğin altından çıkarken tümen komutanı geliyor diye asılan "Dikkat! Kafanızı çarpmayın" yazılı tabelaya kafasını çarptı. Tabela normal boyda bir insanın kafasından yüksek olan gölgeliğin kenarına aşağı sarkar bir şekilde asılmıştı.

Tam o sırada Rum tarafıyla Türk tarafını ayıran, Birleşmiş Milletlere ait, ortalama yüz metre genişliğindeki "Ara Bölge"den bir Barış Gücü aracı geçti. Yavaş yavaş nöbet kulübesine yürüdü. Güneşin altında iyice ısınmış nöbet kulübesinin içinde güneşten kamaşan gözlerini korumak için kepinin siperliğini iyice öne indirip 'Gözetleme Kayıt Defteri'ni açtı.

"Haber numarası (...)
1 B.G aracı.
Tarih (...) Saat (...)
Batı-doğu istikametinde, ara bölgede.
Devriye atarken görüldü.
Haberin verildiği saat (...)
Haberi veren: P.çvş (...)
Gözetlemeye devam ediyorum."

Tekrar merdiven boşluğuna döndü. İki buçuk litrelik pet şişedeki artık ısınmış sudan içti. Saate baktı. Nöbet değişimine daha bir buçuk saat vardı. "Neyse en azından nöbeti yarıladık" diye düşündü. Çişinin geldiğini farketti. Yavaş yavaş merdivenlerden indi. Uyuyan arkadaşını uyandırmadan yavaşça üstünden atladı. Nöbet yerinin yanındaki savaştan beri otuz yıldır kullanılmayan, üzerinde hala kurşun delikleri duran boş binalardan birine girdi. Eskiden evin bahçesi olan kuru otların bürüdüğü yere işedi. Uzaktan kocaman bir kertenkele geçti. Tekrar nöbet yerine dönmek için evin içinden geçerken daha önceki askerlerin duvarlara yazdığı yazılar arasından biri gözüne takıldı.
"torun ötmez
borun öterse
borun var sende bi sorun...."

normalde

"Torun ötmez borun,
Öterse Borun,
Var sende bir sorun."

diye yazılması gereken bu tekerlemeyi ilk gördüğünde çözmesi epey zaman almıştı. Her seferinde olduğu gibi tekrar gülümsedi. Bu gülümsemesinde hafif acımayla karışık bir tiksinme de vardı. Cebinden kalemini çıkardı. Çok beceriksizce çizilmiş kadın resimlerinin yanına "Ş: 42" yazdı. Sonra düşündü "Kırk iki gün geçer mi?"

Tekrar nöbet yerine çıkarken yukarıdan müzik sesi geldiğini duydu. "Bizimki uyanmış" diye düşündü. "Bu müzikte kitap da okunmaz amına koyiim".

Yukarı çıktığında nöbet badisini Nikon'un başında buldu. Gömleğini dışarı çıkarmış, önünü açmış, kepini bir tarafa fırlatmış,cebindeki cep telefonundan bangır bangır müzik çalıyordu. Dürbünü güneşe çevirmiş odakladığı güneş ışığıyla sigarasını yakmaya çalışıyordu. Sırıtarak:
"Pii Hoca nerelerdeydin? 201'de bi Rum askeri çırılçıplak çıktı. Bağırdı, el kol hareketi yaptı, içeri girdi sonra." dedi.

"E bizim Ercan çükünü gösterirse bunlar da böyle yapar" diye düşündü. Sonra:

"Sigaran varsa bi tane de bana versene lan!" dedi.

Öbürü:

"Ayıbettin Hoca, tek sigaram olsa onu sana veririm!" dedi ve ağzının kenarında yeni yaktığı sigara, bir gözü kısık, sola yamulmuş bir şekilde sağ eliyle hücum yeleğinin sağ üst cebinden bir sigara çıkardı. Bunu yaparken sağ eli kötürümmüş gibi göründü.

"Yalnız Hoca bak sen sigara içmiyorsun, böyle böyle alışma sonra bırakamazsın" dedi.

"Bişey olmaz."

Sigarasını başka bir sigarayla yakmaya alışık olmadığı için acemice yaktı.Öbür nöbetçi muhabbet etmek isteyip de konuşacak bir konu bulamayınca her uzun dönem askerin yaptığı gibi:

"Bu gün kaç hoca?" diye sordu.

"Kırk iki."

"Ohoo bitirmişsin hoca!"

"Bitmiş bitmiş diyosunuz da ben her sabah yine burda uyanıyorum."

"Sen gittiğinde ben yüz yirmi beş sayıcam."

"Yüz yirmi beş! Vay, iyimiş"

Sigarasından bir nefes çekti, dumanı bırakmadan bir nefes daha aldı. Boğazı yandı. Hoşuna gitti. Dumanı ve nefesi içinde tuttu. Hafif başı döndü. İçinden düşündü:
"Kırk iki biter mi lan?"

4 Ocak 2010 Pazartesi

Lodos aslında kötü bir şey değil.

Elektrikler kesilince önce bir mum yaktı. Biraz dolandı, sonra mumu söndürüp camın kenarındaki yatağa uzandı. Lodosun sesini dinledi. Gecenin karanlığına gözü alışınca aslında muma hiç gerek olmadığını farketti.

Bulutlar bütün gökyüzünü kaplamış, fırtınanın etkisiyle ürkütücü şekillere girmişti. Bu kocaman kütlelerin rüzgarın etkisiyle bu kadar hızlı hareket etmelerine şaşırdı.Arada bir uzaklara bir yerlere, muhtemelen denizin ortasına yıldırım düşüyordu. Işığı çok zayıf olmakla beraber sesi hiç gelmiyordu. Belki de çok az duyulacak sesi lodosun gürültüsüne karışıyordu.Bütün bu fırtınaya rağmen uçmaya çalışan bir martıyı farketti. Sonra ikincisini gördü. "Niye bu fırtınada uçmaya çalışıyorlar? Dertleri ne?" Derken martıların iki tane değil bir sürü olduğunu farketti. Onları görebilmek için karanlığıa uzun süre odaklanmak gerekiyordu. Bir süre sonra bunlar hakikaten martı mı yoksa uçan küçük ışık topları mı emin olamamaya başladı. Gerek bu noktaların hareketleri, gerekse takip ederken birden bire kaybolmaları aklına küçüklüğündeki ufo merakını getirdi. Artık ufolara hiç inanmasa da her zaman bir ufo karşılaşması yaşamayı ümit etmişti. "O yıllardan kalan bir gençlik hayali" diye düşündü. Cam kenarındaki dürbünü aldı, ışık toplarına baktı ve hayal meyal hareketlerinden martı olduklarına emin oldu. Gerek karanlık, gerek dürbünün o mesafedeki o kadar küçük nesneleri tam odaklayamaması, gerek de gözlerinin uzağı iyi görmemesi martıları yarı şeffaf ve her an buhara dönüşüp dağılacakmış gibi şekil değiştiren soyut varlıklar olarak görmesine neden oldu. Yine de arada bir kanatları ya da en azından kanat hareketleri seçilebiliyordu.

Yatağa uzandı, biraz gökyüzünü seyretti. Bulutların heybetine ve rüzgarın gücüne bir kez daha hayran oldu. Yavaşça gözleri kapandı. Çok yakından uçan bir uçak sesiyle gözlerini açtı. Anında pencereden oluşan kadraja gerçekten çok alçaktan uçan bir uçak girdi. Gece ışıkları yanarak uçan bir uçağı ilk kez o kadar yakından görüyordu. Bir an uçağın içindekileri hayal etti. Onlara baktığını ve etkilendiğini hiç bir zaman bilemeyeceklerdi.

Tekrar yatağa uzandı, gözlerini kapadı, tatlı bir uyku hissiyle düşüncelere daldı. Kendiyle sohbet ediyordu. Sonra aklına eski sevgilisi geldi. Üzüldü, özledi, biraz sinirlendi. Dibine kadar bunu düşünmeye karar verdi. Gerçekte bu üçünden hangisini hissettiğini bulmaya ve onu dibine kadar yaşamaya karar verdi. Bir süre sonra tekrar başka düşüncelere geçmiş olduğunu farketti. Günlük olaylardan planlarına, felsefi tartışmalardan kalp sağlığıyla ilgili şüphelerine, her şey gelip geçiyordu. Birden gözlerini açtı. Boş bir tavan, korniş, pencere ve sonra tarif edilmez soluk koyu mavi-gri renklerde gece fırtınalı gökyüzü.

Aslında ne kadar yalnız olduğunu anladı. Bir saattir tek başına olduğunu, bütün yaşadıklarının, bütün düşündüklerinin, aklına gelen insanların ve o sohbetlerin sadece kendi kafasında olduğunu farketti.

Döndü, yüzükoyun yattı. Gözlerini sıkıca kapattı ve uykuya dalıp aydınlıkta uyanmaktan başka hiçbir şey istemedi.

13 Ağustos 2009 Perşembe

Yumruk Havaya

Orta boy bir konferans salonunu tamamen dolduran kalabalık sahnedeki kürsüden konuşan genç adamı dinliyordu. En az konuşan genç kadar heyecanlıydılar, onun her lafına çok güçlü tepkiler veriyor adeta tek bir vücut gibi davranıyorlardı.
Konuşmacı genç bağırdı:
“Bıçak kemiğe dayandı! Daha fazla sessiz kalamayız! Sesimizi yükseltmenin, kavgamızı herkese anlatmanın, mücadelemizi sokaklara taşımanın vakti geldi!”
Kalabalıkta adeta bir patlama oldu! Herkes ayağa kalktı, alkış ve sloganlar salonu inletti.
Genç adam aynı sertlikte devam etti:
“Sessizlerin sesi olmalıyız! Kendini yalnız veya azınlık sanan, bu yüzden köşesine sinmiş insanlara yalnız olmadıklarını, gerçek çoğunluğun kendimiz olduğunu göstermemiz lazım!”
Salonda inanılmaz bir çoşku patlaması oldu, yumruklar havaya kaldırıldı, alkışlayanlar ellerini kırmak istercesine güçlü el çırptılar.
“Sessizlerin sesi olurken aynı zamanda sömürüldüğünün farkında olmayanları da bilinçlendireceğiz! Gözlerinin önündeki perde kalkınca mücadelemize katılacaklar!”
Çoşku gittikçe artıyordu, “Tek yol devrim!” sloganı duvarları inletiyordu.
“Tepedekilerin dayattığı faşist sistem bize düşman! O sistemin sonu geldi! Yıkacağız! Bu sistemin herşeyini reddediyoruz! Sivil itaatsizliğe çağırıyorum!”
Bu son cümle gerçek bir patlama yarattı. “Kahrolsun kapitalizm!” “Tek yol devrim!” “Faşizme karşı omuz omuza!” diye bağıranlar aynı zamanda yumruklarını uzatabildikleri kadar yukarı kaldırıyor adeta sesleriyle duvarları, yumruklarıyla göğü delmek istiyorlardı.
“Onların sisteminde devrim yok! Devrim bize dayatılan sistemin içinden gelmeyecek! Aşağıdan gelecek! Halkın isyanını, öfkesini görecekler! Sivil itaatsizlik!”
Herkes bağırdı: “Sivil itaatsizlik!”
“Sivil İtaatsizlik! Bütün dünyada! Küresel devrim başladı! Dünya çapında sivil itaatsizlik ve sokaklara taşınan mücadelemiz...”
Dinleyicilerin coşkusu, genç konuşmacının sözlerine ara vermesine sebep oldu. Konuşmacı böyle büyük bir devrimci coşkuyla karşılaştığı için çok heyecanlandı ve duygulandı.
İnsanlar bağırıyordu: “Sivil itaatsizlik! Sivil İtaatsizlik!” “Yeter çektiğimiz çile!”
“ Kahrolsun kapitalizm!”
“Yaşasın devrim! Tek yol devrim!”
“Sivil itaatsizlik!”
Öyle büyük bir patlama yaşıyorlardı ki sistem veya o an bulundukları odanın dört duvarı bir yana kendi bedenleri bile dar geliyordu. O salondaki devrimci enerji ve öfke bütün dünyayı sarsmaya yeterdi. Devrim için ölmeye, hapse düşmeye, işkence görmeye, akla gelen her şeye katlanmaya hazırlardı. Kitlenin gücüne inanmışlardı.
Aniden sert bir şekilde kapı açıldı. İçeriye dört tane polis girdi. Doğruca sehneye yürüdüler ve genç konuşmacıyı yaka paça sahneden indirmeye çalıştılar. İçeridekiler susmuş, olayı izliyorlardı. Konuşmacı genç önce direnmeyi denedi fakat sonunda polislerle beraber salondan çıkmak zorunda kaldı.
Salona derin bir sessizlik çöktü. Kimse kıpırdamıyor, yanındakiyle göz göze gelmek bir yana, orada bulunanlardan herhangi birine varlıklarını farkettirecek en ufak bir hareketi yapmaktan bile çekiniyorlar, heykel gibi çakılı bekliyorlardı.
Derken konuşmacıyı götüren polislerden ikisi tekrar salona girdi. Uzun boylu olan:
“Dağılın lan!” diye bağırdı.
İşte o an müthiş bir sivil itaatsizlik patlaması oldu! İnsanlar polisin komutu üzerine hızla dağılacaklarına yavaş yavaş, sessizce salonu terkettiler.

29 Haziran 2009 Pazartesi

2 yıl önceydi...

Yolculuk uzun sürmüştü. Normalde İstanbul İzmit arası bir saat civarı sürer. Biz yarım saat daha önce kalkan otobüse binmek için yakın bir arkadaşımızla aynı ismi taşıyan otobüs şirketinden bilet aldık. Otobüs yolda bozuldu ve İzmit’e bir buçuk saat gecikmeli vardık. Bu duruma en çok İzmit’te okuyan ve bizi ordaki öğrenci evine davet etmiş olan arkadaşımız bozuldu, çünkü o şirkete güvenmediğini defalarca belirtmişti.
Beş kişi yaşadıkları üç oda bir salon ev yarı yıl tatili nedeniyle iki haftadır boştu. Normalde bir hafta daha boş kalacaktı fakat akademik kariyer peşinde koşan beş yıllık üçüncü sınıf öğrencisi arkadaşımız, hocasıyla yazın arazide topladıkları taşların analiz edilmek üzere İsviçre’deki laboratuara gönderilecek hale getirilmesi için İzmit’teki laboratuarda parçalanmasına yardım etmek amacıyla tatilini erken kesmek zorunda kalmıştı.
Ben, bizi yolda bırakan otobüs şirketiyle aynı ismi taşıyan arkadaşımız ve ev sahibi arkadaşımız iki haftadır kimsenin uğramadığı eve girdiğimiz anda yüzümüze keskin bir esrar kokusu çarptı. Hemen durumun komikliğiyle ilgili bir iki espri yaptıktan sonra ayakkabılarımızı kapı önünde çıkartıp, benim ailemle yaşadığım evden daha temiz ve toplu olan salona geçitik. Laptop ve televizyon açıldı, yol üstündeki marketten aldığımız tavuk, makarna ve rakı buz dolabına kondu.
Salonun bir duvarında Atatürk’ün sonradan renklendirilmiş kalpaklı bir fotoğrafı asılıydı. Karşı duvarda ise büyük ihtimalle Akmar Pasajından alınmış olan, Küba bayrağı üzerinde kontrastı 100 yapılmış siyah beyaz Che Guevara sureti altında ‘Revolucion’ yazan klasik öğrenci evi posteri vardı. Tabi Atatürk’ün resmi daha yukarı asılmıştı, ayrıca çerçeveli ve camlıydı. Che Guevara posterinde ise, Küba bayrağındaki yıldızın tam üzerine, nerden bulduklarını anlamadığım aynı boyda plastik bir fosforlu yıldız yapıştırılmıştı. O akşam salondaki kanapede yattığım için ışık söndürülünce dikkat ettim, fosforlu yıldız karanlıkta parlamadı. Bunun üzerine yıldızı yapıştıranın oportünist olduğu sonucuna vardım ve kendimi uykunun kollarına bıraktım.
Sabah uyandığımda sarışın, mavi gözlü genç ve güzel bir kız sevimli bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Ev sahibi öbür kanapede hala uyuyordu. Büyük bir mutlulukla doğruldum. Akşam yatarken başucuma koyduğum, cnbc-e dergiden çıkmış masa takviminin mart ayını süsleyen bu kızın fotoğrafının güne başlarken bu kadar iyi bir etki yapacağını hiç tahmin etmemiştim. Bir an takvimi yan kanapede uyuyan arkadaşımın baş ucuna koymayı düşündüm ama sonra bir önceki gece yatarken laptopa bir porno film koyup o sesler eşliğinde uykuya dalmama izin vermediğini hatırlayıp vaz geçtim.

22 Haziran 2009 Pazartesi

http://www.allianoi.org/turkish



2007 yılında kız arkadaşım Boğaziçi Tarih bölümünde okurken baraj suları altında kalmak üzere olan Allianoi Antik Kenti'nin kurtarma kazısı başkanı Ahmet Yaraş'ın katılacağı bir konferans düzenlemişti. Tarih bölümü olan bir üniversitenin içindeki saçma bürokrasi ve Tarih Kulübü gibi hiç bi hükmü olmayan bir öğrenci kulübü içindeki iktidar çekişmelerinin üç kez tarih değişimine sebep olması dolayısıyla konferansın iptal olması niye antik kentlerimizin düzenli olarak baraj göllerine gömülmesine engel olamadığımızı daha iyi anlamamı sağladı.

Yukarıdaki benim bu konferans için yaptığım ve boğaziçi kampüslerini bir süre amaçsızca süslemiş olan afiş... (hani iptal oldu ya o yüzden...)

---

C'etait une affiche que J'ai fait en 2007 pour une conference organisee par ma copine au sujet de Allianoi, une cite antique qui coule sous un lac de barrage.

---

translation in english coming soon...

http://www.allianoi.org/english
the useful links of the site are just under the logo but it's hard to see them...

18 Haziran 2009 Perşembe

14.06.09



Ernesto Guevara de la Serna (dit El Che) a 81 ans maintenant.
---
Ernesto Guevara de la Serna (a.k.a El Che) is 81 years old now.

27 Nisan 2009 Pazartesi

Pazartesi Sendromu



lundi syndrome
---
monday syndrome

29 Aralık 2008 Pazartesi

eskiz defterimen sayfalar











Some pages from my sketchbook.
-----
Quelque pages de mon carnet de dessin.

11 Kasım 2008 Salı

Hommage a Moebius - Moebius'a Saygı





Üniversitenin son sınıfını üçüncü kez okurken bir ödev için yaptığım kitap tasarımında sayfa doldurmak için iki illüstrasyon yapmam gerekiyordu. Masanın başına oturdum ve hiç bir şey düşünmeden karalamaya başladım. Ortaya yukarıdaki iki çizim çıktı. O anki ruh halimi çok iyi gösteren bu illüstrasyonları hiç temize çekmeden olduğu gibi renklendirdim. Bunlar sadece benim kendi okulumla ilişkimi anlatmıyor, aynı zamanda Türkiye'deki bütün eğitim sistemiyle ilgili hissimi yansıtıyor.

---

While I was at senior class for the 3th time in the university, i had to draw two illustrations for filling some pages in a book design project. I begun to draw automaticly with an empty mind and I came up with these two drawings. I colored that sketches without straighten them beceause they were the pure expressions of my feelings at that time. The illustrations are not only representing my emotional relations with my school but they are also the reflections of my feelings about all education system in Turkey.

2 Eylül 2008 Salı

Köklere dönüş

Çizdiğim ilk çizgiromanlardan biri. Yaşım 9 ya da 10 tam emin değilim. İlkokulda derslerde sıkıldığımda çizim yaptığım bir defterim vardı, ordakilerden biri bu. Rakçı kişiliğim o günlere dayanıyormuş demek :)
---
Une de mes premieres BDs... J'avais 9 ou 10 ans. Comme d'habitude Je l'ai dessine pendant des cours ennuyeux en ecole primaire. Yeah Rock N' Roll :)
---
One of my first comics. I was 9 or 10 years old when I made it. As usual I made it during the boring lessons in the ementary school. Yeah Rock n' Roll! :)








3 Temmuz 2008 Perşembe

Bir Afişin Doğal Evrim Süreci


Ödev olarak Good50x70 adlı afiş yarışmasına katılmamız gerekiyordu. Herzamanki gibi son anda oturup bir saatte bu afişi yaptım ve başvurunun bitmesine on beş dakika kala yolladım.
---
Je devais participer au concours de l'affiche "Good50x70" pour un devoir de mon ecole d'art. Comme d'habitude j'ai commence au dernier moment et j'ai termine cette affiche en une heure. Je l'ai pu envoye 15 minutes avant la fin de l'inscription.
---
For my art school project I had to participate the poster contest "good50x70". As usual I made this poster in about 1 hour and sent it 15 minutes before the end of the participation time.







Ertesi gün, sakin kafayla afişi bir daha elden geçirdim ve bu resimdeki şekle ulaştım.
---
Le lendemain, j'ai repris l'affiche tranquillement et j'ai gagne cette image.
---
The next day I made some modifications and reached this image.







Sonra hocanın tavsiyeleri (emirleri) afişi bu resimdeki hale soktu.
---
Apres, les recommandations (ordres) de mon professeur a trensforme l'affiche a ça! (malediction)
---
And than the advices (orders) of my professor transformed the poster into this!







Neyse ki yarışmaya yolladığım ilk afiş dereceye girdi de hocanın sebep olduğu mavli afişi hiç yaşanmamış var sayıp yukarıdaki afişi ödev olarak teslim edebildim. (teşekkürler good50x70, dünyayı kurtaramayacak olsanız da benim ödevi kurtarmış odunuz.)
---
Heureusement la premiere affiche que j'avais envoye au concours est choisi pour l'exibition (y'a pas de prix, etre choisi pour l'exibition est le seul prix). Grace a ça j'ai pu resilier l'affiche bleue causee par le proffesseur et gagner l'affice qu'on voit au dessus. (merci good50x70, vous ne pourrez pas sauver le monde mais vouz avez sauve mon devoir.)
---
Hopefully the first poster that I sent to the contest has selected for the exibition. Through that, I could ignore the blue poster and create this one. (thank you good50x70, you won't save the world but you've just saved my poster)

1 Temmuz 2008 Salı

Kantinde Çay Beş Yüz Bin Olmuş!

Müziğin sesi o kadar kısık ki, yan odadan gelen horlama sesini bile bastıramıyor. Bilgisayarın klavyesini bile aydınlatmayan ışığın altından kaplumbağaların sesi geliyor. Tıkır tıkır kabuklar akvaryumun camına vuruyor, müzik onu bile bastıramayacak kadar kısık.

Şimdi uyusam beş saat sonra kalkmam lazım. Ama uyumak hiç kolay değil, öncesinde yapılacak çok iş var. Pis işler, ama birinin yapması lazım. Lavaboya kan tükürürken düşündüm; diş fırçalamak dünyanın en ağır işi. Sendikasını falan kurmak lazım, haftada en az bir gün tatil olmalı.

Yepyeni telefonun saati çalmadı ama onun çalmayacağını bildiğim için kurduğum, denize düşmek, barda unutulmak, bir yere yetişmek için hızlı hızlı yürürken cebimden düşüp, yere düşmeden adımıma çarpıp takla ata ata yuvarlanıp beton bahçe duvarına çarpmak dahil çeşitli badireler atlatmış on yıllık ilk cep telefonumun saati çaldı. “Ne varsa eskilerde var!” “Led-Zeppelin’den sonra iyi grup çıkmadı!” ve “Kahrolsun kapitalizm!” nidalarıyla yataktan çıktım.

Saat 9.30. Okulun resmi başlama saati. Şu an yola çıksam bir saat gecikeceğim. Ama önce lavaboya kan tükürmek falan gibi işlerim var. Şimdi yatsam öğleden sonra mı gitsem? Nasıl olsa ders sekiz saat. Ama kesin hoca erken kaçacak, öğleden sonra gelen öğrenci tüm gün yok sayılacak. Hiç mi gitmesem? İnsan vücudunu uyumak zorunda bırakan zihniyeti kınıyorum.

Uyku çekimi o kadar güçlüydü ki hemen bir şey yapmam gerekiyordu. Güne bir gazla başlamak için Gündoğdu marşını söylemeye karar verdim ama evdeki herkes uyuduğu için dışarı çıkıp aşağı indim. Soğuğu yiyince marşa gerek kalmadı. Hemen tekrar yukarı çıkıp cüzdanımı aldım, balkondan dışarı “seni yeneceğim İstanbul” deyip evden çıktım.

Ben bu okula girdiğimde kapıda kimlik sorulmazdı. İçerde okulun öğrencisi olmayan bir yığın insan olurdu. Kadıköy’ün barlarında çalan müzisyenler, öğrencilerin arkadaşları, sergileri merak eden başka gençler hep beraber kantinde oturur, sohbet eder, çay içer, bira içer, sergideki ödevlere bok atar, kısaca ideal üniversitenin sahip olması gereken özgür ve karşılıklı geliştirici ortama benzer birşey yaparlardı. Neyse ki artık “özel güvenlik” okulumuzu dış mihraklardan koruyor.

Ders öğlen bitti, Hoca “Haftaya görüşürüz” deyip çıktı. Kantine indim, akşam evde hazırladığım dilli sandviçin yanına bir de çay aldım. Kasadaki çocuğa elli kuruş verdim.
“Burdan bir çay.”
“Tamam abi.” dedi.
Çay beş yüz bin olmuş. O an aklıma Bruce Lee’nin şu lafı geldi:
“How can I express my-self as a human being?”
Grafik tasarımla olmayacağı kesindi.

Seyhan Argun 26.02.2008

30 Haziran 2008 Pazartesi

Fidel'in anısına

SADIK ABİ EMEKLİ OLMUŞ:

Sadık Abi emekli olmuş! Haberi duyunca anlatılmaz bir his kapladı içimi. Hepimiz çok üzüldük. Aramızdan ağlayanlar oldu. Tamam Sadık Abi iyice yaşlanmıştı ama bir gün emekli olacağına pek ihtimal vermezdik. Ama işte haber doğruydu, Sadık Abi emekli olmuş...
Niye bu kadar üzüldüğümüzü anlamıyorsanız bi de bizden dinlemeniz lazım ihtiyar delikanlı, adı üstünde Sadık Abi’yi.
Bütün dünyaya kafa tutabilecek bi adam var mı derseniz Sadık Abi’yi gösteririm. Attı mı mangalda kül bırakmayan, cesaretiyle, delikanlılığıyla övünen çok adam vardır. “Allah’tan başka kimseden korkmam” derler. Ama aslında hepsi tırsak heriflerdir. Bunların aksine Sadık Abi hiç bir zaman kendini Allah’la karşılaştırmaz, ama Allah da dahil kimseden korkmaz. En baba kabadayıların, diktatörlerin, katillerin karşısında durur, onlara diklenir, “Allah mısınız lan?” der.
Bunları derken eli ayağı durmaz, gözlerini sıkıp kafasını arkaya atarak bağırır, sonra bir anda durulup karizmatik bakışlar atar. Önündeki mikrofonları falan eller. Tam bitti heralde derken çok sakin, ağır ağır devam eder konuşmaya. Evet, delidir biraz. O kadar ciddi işler yapar ama ta ilk gençliğinden bu güne hep bi fırlamalık vardır bakışlarında.
Bütün o yaptığı işleri yapabilmek için aslında deli olmak gerekir. O kadar ciddi, o kadar tehlikelidir ki o işler, akıllı adam tırsar yapamaz. Ama aklı başında delidir Sadık Abi. Sadece kendi mahallesini değil, arkadaşlarını, ailesini değil bütün dünyayı kurtarmak ister, ama kendi mahallesini düzeltmeden dünyaya el atılmayacağını bilir.
Çok üstüne gelirler Sadık Abi’nin, baya baya saldıranı, taş atanı çok olur. Derler ki: “Sadık despot! Sadık hain! Sadık kötü!” “Sadık sizin ağzınıza sıçıyo!” derler. Derler ama bunu diyenler hep it heriflerdir. Gaspçısı var, katili var, tecavüzcüsü var... Hep bunlar saldırır Sadık Abi’ye. Bi de bunların süslü kıyafetlerine, şık arabalarına bakıp bunları adam sanan; bunların peşinden ayrılmazlarsa onlar gibi olacaklarını sanan sokak itleri ve aptallar vardır. Onlar da çok havlarlar.
Ama biz biliriz Sadık Abi’nin değerini. O istese öbür pezevenklerin kıyafetlerinin kat kat kalitelisini alır, krallar gibi yaşar, altın klozete bile sıçardı. Ama O, parayı öyle şeylere harcamaz. Bir kıyafeti vardır, yıllardır bi tek onu giyer. Bunların yerine bizim çocukları okutur. İlkokul birden üniversite bitinceye kadar, hatta yüksek lisans, doktora, gittiği yere kadar bir kuruş ödemeyiz biz. Defterden kaleme, kıyafetten okul harcına herşeyi Sadık Abi karşılar. Hem de ne okullar, dünyanın en iyi eğitimini alır bizim çocuklar bedavaya.
Sonra işsizlik problemimiz de pek olmaz bizim. Kendimiz iş aramayız, Sadık Abi iş arar bizim yerimize. “Tabi oğlum, bizim görevimiz” der. İş bulana kadar da para verir bize her ay. Çok değil ama yaşamaya yeter. Sadık Abi’nin bulduğu işe gitmek zorunda da değiliz. “Beğenmedin mi işi? Tamam” der. Başka bir iş arar, o arada işsizlik parasını vermeye devam eder. Mesela bana beş tane iş buldu, hiç birini beğenmedim. Altıncıyı da beğenmeyince “Biz senin eğitiminde bir eksik yapmışız, sen üniversiteye git” dedi. Üniversiteye yolladı beni. Tabi tek kuruş vermedim yine. Sadık Abi sağolsun.
Hasta falan olursak dünyanın en iyi hastanelerine, en baba doktorlarına gideriz. Dünyanın en iyi sağlık hizmetini bedava alırız Sadık Abi sayesinde. Hem de hepimiz...
Ama yine de o taş atanlar, saldıranlar durmazlar. Sadık Abi sekseni devirdi, hala uğraşırlar. Sekseni devirdi dediysek o hala dimdik durur karşılarında. O fırlama gözlerinden artık yorgunluk akar ama o hala dimdik durur, diklenir. Bütün o itler, pezevenkler de tırsar hala, çünkü bilirler, Sadık Abi hepsini dağıtır gerekirse. Ayrıca yalnız da değildir, biz varız Sadık Abi’nin arkasında. İcabında dünyayı ters çeviririz Sadık Abi için.
Ama işte duyduk ki sonunda emekli olmuş Sadık Abi. O yorgunluk akan gözlerini sonunda dinlendirebilecek biraz. Bu arada aman ha yanlış anlaşılmasın, Sadık Abi yorgunluktan, bıkkınlıktan emekli olmadı! Yorgunluğa, kör dövüşüne, bütün dünyaya diklenmeye gençlikte dayanmak, bütün gençliğini hatta ömrünü böyle geçirmek, bunlara yaşlılıkta dayanmaktan daha zordur. Sadık Abi emeki oldu ama yine kendi için değil, dinlenmek için değil, yaşlılığın tadını çıkarmak için değil, bizim için emekli oldu. Artık işini eskisi kadar iyi yapamadığı için, o son ameliyattan sonra toparlayamadığı sağlığı, onunki gibi bir ömüre nasıl dayandığı bilinmeyen adı gibi sadık vücudu artık işlerini aksattığı için emekli oldu.
Emekli oldu ama biz hala burdayız! Sırf Sadık Abi’nin yanında olduğumuz için O’nunla beraber bize de saldıranlar zannediyorlar ki, Sadık Abi’den sonra her şey bitecek. Ama gözleri boşuna parlıyor çünkü tıpkı babası öldüğü için aniden hayata atılmak zorunda kalan yeni yetmeler gibi, tüm ciddiyetimizle, can havliyle ve çelik gibi sert tavrımızla Sadık Abi’nin bayrağını biz devraldık! Her birimiz birer Sadık Abi olmak zorundayız artık, ve O’nun yokluğunda O’na saldırmak isteyenler karşılarında binlerce Sadık Abi görecekler bundan sonra.